Zeynep Erekli Vefa

Zeynep Erekli Vefa

Zeynep Erekli Vefa is one of the top influencer in Turkiye with 8689 audience and 3.25% engagement rate on Instagram. Check out the full profile and start to collaborate.

8,689

AudienceAudience

3.25%

Engagement

Get in touch
list-cover
location Turkiye, UEskuedar
verifyVerified account
fast-reach-outFast reach-out capability

Niche categories

Portfolio

Standout projects making waves around the web

image

“Dünyanın kar fırtınası eşiği aştı. Ve altüst etti ruhun düzenini.” Leonard Cohen, The Future adlı parçayı 1992’de yazmış. Benim hayatıma muhtemelen 96-97 yıllarında Natural Born Killers’la girdi. Filmin soundtrack albümü eşsizdi ancak The Future filmde söylenen ve söylenmeyen her şeyi tek başına yüklenip giden parça olarak içime kazınmıştı. Bunu hatırlıyorum. Şarkıyı müthiş yapan şiirin kendisi, basit düzenleme, nakarattaki gospel korosu ve elbette Cohen’in merkezdeki boğuk sesi. Kutsal ile günahkarın bir arada var oluşunu hissizce raporlayan sözler hırıldıyordu şair. Yıllar sonra geçtiğimiz günlerde The Future aklıma düştü. Nereden, nasıl düştü bilmiyorum. Bugün olduğumuz yerden bir daha dinledim ve yüreğim sıkıştı, neredeyse kapatacaktım. Cohen, 92 senesinde gelecek için “cinayet” demiş. “I’ve seen the future, brother: it is murder.” Parça, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” olarak adlandırdığı kavrama sert, soğukkanlı bir yanıt sanki. Cohen kaydın ilk dakikasında “Bana kokain ve anal seks ver” diye buyuruyor. “Geriye kalan tek ağacı yerinden sök / Ve onu kültürünüzün söküğüne tık.” Stalin, İsa Mesih ve Hiroşima’ya göndermeler, “Bana Berlin Duvarı’nı geri ver”... “Bana yaşayan her bir ruh üzerinde mutlak kontrol ver, bu bir emirdir”. Nakaratta ise bir kaldırım vaizi gibi tövbe çağrısı yapıyor ama mümkün değil... “Geleceği gördüm bebeğim / Cinayet” diye duyuruyor ve meleksi back vokaller ona sözsüz bir melodiyle cevap veriyor. Tahayyüllerin, distopik kurmacaların, metaforlarla dolu kıyamet tasvirlerinin ötesine, çok ilerisine geçtik. Birkaç gündür bu şarkıyı dinlerken ismini yazmak istemeyeceğim günümüz şeytanları (başkanlar maşkanlar) içime doluşuyor, sanki onları duyuyorum. Dünya diye bildiğimiz yerin kalbini deşen, kültürleri, hayatları, vicdanı paçavra gibi yırtıp buruşturan kirleten kötülüğe karşı yan yana durabilmek ya da beraber içinden geçebilmek adına ihtiyacımız olan umut, irade ve sevgi. L Cohen de bunu diyor. Kasvet dolu The Future’a bir adet panzehir cümlesi saklamış: “But love’s the only engine of survival.” Herkese olabildiğince iyi haftalar + kurtuluş yok tek başına ve bütün mümkünlerin kıyısındayız.

68
image

Bir tane orta yaş krizi / evlilik çöküşü / cinsel uyanış anlatısına daha ihtiyacımız yok diye düşünürken gökten kafama düştü All Fours. Daha doğrusu Lale doğumgünü hediyesi olarak avcuma bıraktı. @a._lale_orhon_baykal ???? Neticede iyi bir yazar her türlü malzemeyi öttürüyor. Miranda July filmleri, performansları ve kitapları ile tanışmış herkes için ‘beklenmeyenin bekleneceği’ bir sanatçı. Ama burada resmen genleşmiş ve büyük bir sözün altından kalkmış. Anlatıcımız (isimsiz) yaratıcı işlerle uğraşan evli, bir çocuk annesi. 45 olmasıyla o yaldızlı sorular etrafını kuşatıyor: Kendini nasıl ‘yaşanmış’ bir hayatın parçası haline getirebilir? Onu hem gerçek hem de mecazi anlamda ele geçirmiş olan ölüm fikri karşısında nasıl var olabilir? İçindeki yaratıcı, ham enerjiyi aramak için vahşi bir itkiyle harekete geçiyor. Romanın yapısı gevşek ve kalabalık. Zaman zaman “hadi canım!” dedirten feci tuhaf sekanslar içinde, erkekleri ve kadınları, zihni ve bedeni, toplumu ve yalnızlığı ele alıyor. Bunu yaşlar, kültürler ve her nevi normatif kalıpların ötesinden derin bir yerden yapıyor. Neredeyse “kalpten” diyeceğim. Okumayanlar için sürprizleri bozmadan şöyle bir cümle kurayım: Karakterimiz kendini menopoza hazırlar ve bunun üzerine araştırma yaparken bir ergenden bile daha azgın hale geliyor. Eksik saymadıysam roman boyunca yaklaşık 11 kez kendini tatmin ediyor (çok grafik), 9 kez seks yapıyor (epey grafik). Okuması güzel mi? Zevkinize göre değişir ama kesinlikle çok özgün. Anlatıcı düşe kalka ilerlediği yolunda gelenekle bağını kopardığı her mikro-kayıp için daha değerli bir şey kazanıyor. Kalabalığına ve uçukluğuna rağmen romanın okuru fethetmesi bence burada saklı. Okuyan tüm dostlarım benzer bir yerden ses verdi. @cilerilhan “Tek başıma yüzdüğümü sandığım suların topluca kulaç atılan okyanuslar olduğunu bir kez daha kavradım” dedi. @ilkinkurt “Bu kitap larger than life” dedi. @sinemer.yoga “Olağanüstü, bırakamadım elimden” dedi. Müjde ile bitiriyorum: Romanın Türkçe yayın haklarını @medusa.yayinlari almış. Acaba çeviri başladı mı ???? Herkese All Fours’unda bol şans. Kırılgan gözüken ama masa gibi bir poz. Kimse sizi orda yere seremez ???? #mirandajuly #allfours

128
image
image
image

Günlerce Emilia Perez konuşabilirim. Bazı arkadaşlarıma gülünç gelmiş, ciddiye alamamışlar. Doğrudur, kolay film değil (bu bir müzikal melodram). Ama bence müthiş. Trans görünürlüğü adına başlı başına büyük bir olay. Ayrıca, direkt bir biçimde olmasa da, “Narin’i kim öldürdü?”den “babalar daha mı az ebeveyndir?”e uzanan devasa bir yelpazede soru yağdırıyor. Baştan sona kadar, aşırı-kürate edilmiş, fantazmagorik bir tünelden geçiriyor izleyicisini. Almodovar’dan Breaking Bad’e, Güney Amerika pembe dizi dünyasından rock’a, operaya, popa atlaya zıplaya, simlerini döke saça dört nala ilerleyen bir kanatlı at gibi. 1. Müzik ve dans. Koreografilerin şahaneliğini @damienjalet ismi açıklıyor. Şarkılar -ve tüm müzikler- ise filmin ruhu, özü, balı. Fransız söz yazarı ve besteci ikili @clementducol ve @camilleofficiel ödül sezonunda epey esecekler, belli. Camille’e zaten bayılırdım, partnerini de tanımış oldum. Hakikaten tüm parçalar harika. Hemen aradan sıyrılan Mi Camino, ‘kusursuz pop’un karşılığını vermiş. Nostaljik notaları Latin havalarıyla harmanlayarak filmde Selena Gomez’in karakterinin yolculuğunu anlatan bir yerde, gözleri dolduruyor. Parçanın sonlarına doğru gelen vintage 80’ler diskotek sound’u tadından yenmiyor. (Döndüre döndüre Selena Gomez dinleyeceğim ölsem aklıma gelmezdi) 2. Filme adını veren karakteri İspanyol trans oyuncu Karla Sofía Gascón canlandırıyor. Kendisi olağanüstü bir kraliçe @karsiagascon ????????. Transları kadınların oynadığı bir dünyadan buraya gelmek çok önemli. Bu oyuncu, canlandırdığı iki karakterle (geçiş öncesi/sonrası) filmin kalbindeki her şeyin bir temsili. İnsan olmayı her iki biçimde de deneyimletiyor. Bizi bölen, iyi ve kötü, şiddet ve şefkat, eril ve dişil gibi kutupları onla düşünüyoruz. 3. Jacques Audiard (açık mektup). Çok ilginç yönetmensin. Filmografin bana göre mükemmel ve berbat filmlerle dolu. Bu kez sarstın. Öykünü yaratmak için seçtiğin topraklarla doğrudan bağın yok. Ve müzikal formunu kullanıyor, bu uzaklığı yaratılmış bir suni dünya ile veriyorsun. Ne yaptığını görüyoruz. Çook iyisin ⭐️ @mubiturkiye ve sinemalarda.

244
image
image
image
image
image
image
image
image
image
image
image
image

Akılalmaz coğrafya. Bir uçta Köyceğiz Gölü diğer uçta Akdeniz. İkisinin arasında sazlıklarla örülmüş labirenti andıran Dalyan kanalı ve Alagöl, Sülüklü, Sülüngür gölleri. Göl ve deniz ekosistemlerinin iç içe geçmesi. Ölemez ve Sandras dağları. Kızılçam, karaçam, meşe ve zeytin. Termal su havuzları. Kaunos antik kenti. Başlı başına o İztuzu. Yansımalar, düşünceler. Ocaklar, nisanlar, kasımlar, insanlar, yollar, yıllar. Zaman geçtikçe içimde daha da derinleşen bir Orta Dünya.

247
image

İçinde yaşadığımız realite mi bizim yuvamızdır yoksa gerçekleşmesi muhtemel hayallerimizin, zihnin loş koridorlarında bir belirip bir kaybolan halleri mi? Yuva’nın bana göre temel sorusu bu. Roman hassas titreşimlerle diri tuttuğu bu ikilemi, soru olarak karşımıza çıkarıyor habire. Yuva, konuşulmayanların da en az kelimeler kadar ağırlık kazandığı, nasıl desem, “seyrek” bir metin. Olaylar -ya da olmayanlar- bir yıla yayılıyor. 47 yaşındaki isimsiz kadın, bizim kahramanımız. Birinci ağızdan anlatıyor. Kızı büyüyüp evi terk ettikten sonra, o da kocasından ayrılmış. Ve şehri bırakıp Almanya’nın Kuzey Denizi kıyısında, ıssız bir köyde, küçük ve harap bir evde yeni hayatına başlamış. Yaşamının buraya kadar gelen kısmını geride bırakmak / Yalnız kalmak / Kendini yeniden oluşturmak gibi 3 kocaman meseleye neredeyse donuk diyeceğimiz bir serinkanlılıkla dalıyor. Manzara sert, taş toprak suskun, iç daraltıcı. Köyde yaşayanlarla ilişki kurmak için onların talimatlarını takip etmek gerek. Yabancısı olduğu yerde yeni bir düzen kurmaya başlayan kadının hayatına giren tuhaf (bize göre) insanlar kadar teması sürdürdüğü eski kocası ve kızı da romanın aksını zenginleştiriyor. Diyaloglar ve betimlemeler, anılar ve mektuplar arasında kesintisiz geçişlerle, bölümsüz, akıcı bir yapı kurmuş yazar. Bir belirsizlik ve yalnızlık hali yakalayarak hem kasvetli hem de büyülü bir atmosfer yaratmış. Ayrıca anlatımında, tanımladığı şeyle ilişkilendirilemeyecek bir gerilim var. Sanki her an her şey olabilirmiş gibi kendimizi hazırlamamız gerekiyor: Ölüm, mutluluk, seks, hatta dehşet. Hayatın yolumuza çıkardığı fırsatlar karşısında başarısız olma ihtimalinden daha kötü olan; konfor alanlarımızda kalıp bu fırsatları denemekten kaçınmak. Bu söylem, kitapta trajediler ya da büyük olaylarla anlatılmıyor. Ama kahramanın incecik gündelik seçimleri, jestleri ve “yuva” meselesi üzerinde düşünüp ifade ettiklerinden, denememenin tüm yaşantıya yayılan daraltıcı etkilerini izliyoruz. Yakın arkadaşlarımda da bende yarattığı etkiyi görünce, tavsiyemi genişletmek istedim. Zira tam bir sonbahar okuması. #judithhermann @sia_kitap

192
image
image
image

Ege’de yüzmek, nefes almak ve Ege’nin boşlukları hayatın gerçeğiymiş; geri kalan zamanlar ve mekanları bu gerçekliğe kavuştuğum anlar arasında beklemek için yaşıyormuşum - gibi hissettiğim bir yaz, yine.

285
image
image
image
image
image

Anlaşılan Federico Fellini uykusundan uyanmış, İtalyan yönetmen Alice Rohrwacher’i ziyaret etmiş. Ona büyüleyici boşlukların, hikâyede telaşsız ve öngörülemez sapmaların, aklını yitirmenin kıyısında sendelerken mutluluğu bulabilen eksantrik karakterlerin anahtarını teslim etmiş. 80’ler, İtalya kırsalı. Tuhaf İngiliz arkeolog Arthur, ölülerle birlikte gömülmüş antik Etrüsk eserlerinin yerlerini doğaüstü bir yetenekle buluyor. Ve büyük vurup zengin olma hevesiyle dolu bir defineci ekibine liderlik ediyor. Tüm derdi kaybettiği aşkına kavuşmak için öte âlem’e geçmek. Her keşif, her mezar yağmalama, her kutlama, her gündüz ve her gece onun için araf. Öteye geçesi var. Alice Rohrwacher, filmi tül gibi bir pusla yıkayarak olan biten her şeyin bir fantezi olduğu hissini yaratıyor. Arthur’u ilk gördüğümüzde bir trende uyuklamakta. Bilet kontrolörü onu uyandırıyor ve alaycı bir şekilde rüya görüp görmediğini soruyor. Vagonda, karşısında oturan genç kadınlar kıkırdıyor. Bu tekinsiz hava La Chimera’ya nüfuz ederek, film boyunca neyin gerçek olduğunu sorgulatıyor. Arthur’un arkasında dolaşan ayaktakımı filmin canlı, kaotik havasına müthiş katkıda bulunmuş. İki âlemi bir arada tutan ve ölülerin ruhlarını koruyansa (elbette) filmin “anne”leri. Kulağa masalsı geliyor, öyle de, ama film biraz da hırt bir İtalya’yı anlatıyor. Bir Etrüsk mezarlığının üzerine enerji santrali inşa eden bir İtalya bu. Paha biçilmez hazinelerin karaborsada ne kadar para ederse o kadar değerli olduğu, yağmalanmış bir ülke. Hikâyenin parçalarını anlatmak için araya giren gezgin türkücü, karnaval marşları söyleyen köy bandosu. Karşıt güçlerin çekişmesi: Sanatın saflığına karşı ticaretin kiri. Yaşam ve ölüm. Din ve paganizm. Kraftwerk’in elektro-pop klasiği Space’in süresine ayarlanmış fantastik bir mezar yağmalama sekansı. Sinema için fikirler, dokular, zenginlikler... Nihayet Alice Rohrwacher, çeşitli tonlarda ustalıkla gezindikten sonra, Arthur’unu müthiş dokunaklı bir anın merkezine yerleştiriyor. “Sen insan gözleri için yaratılmamışsın”. Ve bu filmle kanıtlıyor: Kendisi günümüzün en özgün sinemacılarından biri ???? #AliceRohrwacher #LaChimera

219
image

Peşinde koşturdun, derken yakalandın. ???? ????

142
image

“Şiş içinde kalan baş öne eğilmiş ve evet anlamında sallanıyor.” 2024 Uluslararası Booker Ödülü kazananı: Jenny Erpenbeck’in Kairos.’u. Okuduğum en kasvetli ve en güzel romanlardan. Bir aşk hikayesi, daha doğrusu aşkın insanı paramparça edişine ve sonunda aşkın yitirilişine dair bir hikaye. Jenny Erpenbeck, gencecik Katharina ile ondan çok daha yaşlı ve tecrübeli yazar Hans arasındaki ilişkinin eşitsiz, zehirli ve karmaşık süreçlerini, duvarın yıkılmasından hemen önceki Doğu Berlin’in apartmanlarına, kafelerine, sokaklarına ve işyerlerine yakın durarak ortaya koyuyor. Roman, mis gibi hayat kokan bir tesadüf ve hemen tutuşuveren bir tutkuyla başlıyor. Ama kısa zaman içinde ilişki, okuru da yer yer zorlayacak yıkıcı bir girdaba sürükleniyor. Genç bir kadın, canının ne kadar yanabileceğini ya da akıl sağlığını nereye kadar koruyabileceğini hesaplamadan kendini bırakıyor. Ve zorba bir tahakküm altında olmayı sahiplenilmek sanıyor. Romanda bunun aktarımı akıllardan çıkacak gibi değil. Kairos.’u sıra dışı yapansa bu öyküyü yakın tarihin dönüm noktalarından biri ile iç içe anlatması: Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Doğu Almanya’nın çöküşü. Kişisel ve politik iç içe - ne zaman değil? Baskıcı, vatandaşını fişleyen, Stalinist Doğu Almanya bir anlamda Hans’a; yaşayanların bu sisteme olan özlemi, eğilimi de Katharina’ya dönüşüyor. Sonra da öbürü öbürüne, kim kime zulmediyor karışıyor. Doğu Berlin’in son yıllarından yeniden birleşecek olan Berlin’e doğru ilerliyor zaman. Umut ve hayal kırıklığı üzerine derinlemesine bir düşünce egzersizi Kairos. Özgürlük, sadakat, aşk ve güç hakkında karmaşık sorular ortaya atıyor. Tesadüfleri sevenler ve Eski Yunan mitolojisinin “doğru anlar” tanrısı Kairos’a kadeh kaldıranlar. Okuyunuz. #kairos #jennyerpenbeck

132